Türkiye Dış Politikasında 15 Temmuz Etkisi


Türkiye Dış Politikasında 15 Temmuz Etkisi

Kısa vadede, Türkiye’nin mahkûm edilmek istendiği AB/D-NATO ekseninden çıkması hayati önem taşıyor. Bu anlamda ara formüller geliştirmenin bir sakıncası yok. Ancak, nihayetinde Rusya’nın da Avrasyacı politika üzerinden maddi hedeflere yöneldiği akılda tutulmalıdır.

Tesnim Haber Ajansı - Amerika Birleşik Devletleri, dünyayı büyük yıkımların yaşanacağı “kıyamet savaşı”na sürüklüyor. Çıkabilecek savaşta nükleer silahlar gibi kitle imha silahlarının belirleyici etken olabileceği düşünüldüğünde, bu savaşın sonuçlarının birinci ve ikinci dünya savaşlarından çok daha ağır olacağı aşikâr.

Küresel dünyada, bir bölgede vuku bulan siyasal hadiseler tek yönlü veya çift yönlü olarak diğer bölgelerde de bir etkiye sahip olacaktır. Dünyanın farklı yerlerinde gelişen siyasal hadiselerin analizi yapılırken, olayları birbirinden bağımsız düşünmenin yanıltıcı olabileceğini ifade etmek gerekir.

Yapılacak analizlerde ABD kurumsal aygıtının, küresel sistemi kurgulayan Siyonistler tarafından kullanıldığı da akılda tutulmalıdır. Yani, Washington politikalarının Siyonist emeller doğrultusunda planlanıp uygulamaya konulduğu gözden kaçırılmamalıdır. ABD iç siyasetindeki muhalefeti de ayrı yöntemler izleyen, ancak aynı amaca hizmet eden bir çekişme olarak görmek durumundayız. Bir başka ifadeyle “Üst Akıl” denilen yapı nihai anlamda, Siyonizm’dir.

Dünyanın tek kutuplu bir düzene doğru evrilmesi ekonomik, siyasi, kültürel ve ontolojik bunalımları beraberinde getirdi. Yeryüzünde denge tamamen bozuldu. Washington’ın tüm dünyaya karşı sergilediği saldırgan tutuma bakarak, bu düzeni -aslında düzensizliği demek daha doğru olur– sürdürme niyetini koruduğunu görebiliriz. Amerikan dış politikasına yön veren yeni muhafazakâr doktrin de, Amerika Birleşik Devletleri’ni kısıtlayan/baskılayan hiçbir organizasyon ya da denetleyen/yaptırım uygulayabilen uluslararası hukuk kurallarını tanımaya niyetli değil. Siyonizmin tetikçisi Neoconlar, milyonların ölmesi pahasına da olsa “seçilmişlik”lerinin tadını çıkarmaya devam edeceklerdir.

Dünyayı baskılayan Amerikan hegemonyasına karşı denge oluşturma zarureti hayati bir mesele olarak ortada duruyor. Değil ise, AB/D ve İsrail’in hukuk tanımaz zorbalıkları artarak devam edecek demektir. Tüm dünya ile birlikte ABD ve Avrupa halkları da çok yönlü manipülasyona tabi tutularak, kendi kaderlerinin de Siyonist hedefler doğrultusunda ipotek altına alındığını görmez duruma getiriliyor.

Farklı ülkelerde veya bölgelerde yaşanan siyasal hadiselerin birbirinden bağımsız olarak değerlendirilmesinin yanıltıcı olabileceğini söylemiştik. Birkaç gün önce Rusya-Ukrayna arasındaki krizde gerginliğin tırmanışa geçmesini de bu kural çerçevesinde düşünmeliyiz. Hatırlamak gerekir ki, darbe girişiminden önceki aylarda Fethullahçı Terör Örgütü’ne mensup pilotlar tarafından SU-24 tipi bir Rus savaş uçağı düşürülmüştü. Bu eylem, Türk-Rus ilişkileri arasına kalın duvarlar örerek, Türkiye ve Rusya’nın bölgesel hareket kabiliyetini sınırlamaya matuftu. Ayrıca amaçlananlardan biri de Türkiye’yi tamamen NATO konsepti içine hapsetmekti. Darbe girişimden kısa bir süre önce de stratejik bir hamle ile Türkiye-Rusya ilişkileri düzeltilmişti. Binali Yıldırım’ın başbakanlık koltuğunu devralmasının ardından, dış politikada köklü değişimlere gidileceğinin sinyalleri –özellikle de Suriye politikasındaki değişim sinyalleri– verilmişti.(Tabii bu dış politika değişimlerini Yıldırım’la gelen değişiklerden ziyade Erdoğan siyaseti olarak okumak gerekir.) Bu gelişmeler ardından, ABD tarafından FETÖ marifetiyle kanlı darbe girişimi yürürlüğe konuldu. Ukrayna-Rusya arasındaki kronikleştirilen kriz de, Türkiye’nin halkı ve yönetimiyle darbe girişimini bertaraf etmesinin akabinde ivme kazandı.

İddia şöyle: Ukrayna istihbaratının Kırım’a sızarak eylem yapmayı planladığı, bunun üzerine Rus ve Ukraynalı özel timler arasında yaşanan çatışmada iki Rus güvenlik görevlisinin hayatını kaybettiği… Konu üzerine açıklama yapan Putin, Ukrayna'nın çok tehlikeli bir oyun oynadığını vurgulayarak, yaşanan çatışmada iki FSB mensubunun öldürülmesini yanıtsız bırakmayacaklarını ifade etti.

“Turuncu Devrim”le Ukrayna’yı Rusya’dan koparıp, tam anlamıyla yörüngesine çekemeyen ABD, 2010 yılı seçimlerinde yüzde 49 oy olarak Cumhurbaşkanı seçilen Viktor Yanukoviç’e karşı AB yanlısı muhalefeti organize ederek Kiev’de protestoların başlamasını sağladı. Protestocularla güvenlik güçleri arasında yaşanan çatışmalar ve şiddet olayları sonrasında Yanukoviç, Şubat 2014'de Rusya'ya gitmek zorunda kaldı. Yanukoviç, AB ile "Ortaklık ve Serbest Ticaret Anlaşması”nı imzalamamış ve Rusya ile yakınlaşma kararı almıştı.

Washington, 2014’te Ukrayna’nın seçimle başa gelen hükümetini devirmekte kullanılmak üzere Ukraynalı politikacılar yetiştirmek ve Amerika yanlısı Sivil Toplum Kuruluşları (STK’lar) oluşturmak için 5 milyar dolar harcamıştır.[1] Bir başka ifadeyle, Ukrayna’daki protestocular, CIA ile çalışan ve Amerika tarafından fonlanan STK’lar tarafından organize edilip, ülkelerini Amerikan emperyalizminin kucağına atmakta bir mahsur görmediler. ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Victoria Nuland, ABD-Ukrayna Vakfı Chevron ve Ukrayna-Washington Lobi Grubu’nun sponsor olduğu Ulusal Basın Kulübü’ndeki konuşmasında, Ukrayna’yı AB’ye sokmak ve isyanı teşvik etmek için Washington’ın 5 milyar dolar harcamış olmasıyla böbürlenmiştir.[2] (Fonlanarak organize edilen protestocular örneğinin sadece Ukrayna’da yaşanan bir durum olmadığını belirtmek gerekir.)

ABD’nin hedefi Ukrayna’yı NATO’ya alıp, Rusya sınırına askeri üslerini yerleştirerek iradesine boyun eğdirmektir. Avrupa Rusya’ya karşı savaşta isteksiz olsa da, Washington, Avrupa’yı Rusya’ya karşı kışkırtmaya devam ediyor. Avrupa Birliği Ülkeleri açısından Rusya’ya karşı yapılacak savaşta isteksiz olmalarının iki temel kaygıdan kaynaklandığı söylenebilir.

Birinci neden, Rusya’ya karşı girişilecek bir savaş, Ortadoğu ülkelerine ihraç ettikleri uzaklarda yapılan savaşlara benzemeyecek olmasıdır. Rusya’nın sahip olduğu gelişmiş savaş teknolojisi göz önüne alındığında, olası bir savaşın Avrupa Ülkelerinin şehirlerinde tüm yakıcılığıyla kendini göstereceği bilinmektedir. CIA'in uzantısı olarak bilinen Amerikan düşünce kuruluşu Rand Corporation’ın hazırladığı rapor da bu olasılığı teyit eder niteliktedir.[3] Raporda, bir Rus işgali sırasında ne olacağını anlamak için askeri ve sivil uzmanlar ile gerçekleştirilen bir dizi simülasyona yer verilerek, olası bir Avrupa işgalinde, NATO'nun askeri gücünün topraklarını savunmakta yetersiz kalacağı sonucuna varıldı. En iyi senaryoda, NATO güçleri Rusya'nın Letonya ve Estonya'ya ulaşmasını 60 saat engelleyebilir, en korkunç senaryoda ise, Rus kuvvetleri sadece 36 saat içinde başkentleri işgal eder denildi. Rapor ayrıca, bu duruma sebep olarak NATO'nun nispeten yavaş hareket eden komuta yapısını gösterdi.

İkinci neden olarak ise, Avrupa’nın Rusya’ya enerjideki bağımlılığından söz edilebilir. Rusya, Avrupa'nın doğal gaz ihtiyacının yüzde 30'unu temin ediyor. Avrupa’nın kısa vadede bu bağımlılıktan kurtulması da mümkün görünmüyor.

Bu çerçevede, Rusya’nın Türkiye’ye ihtiyacının olduğu açık olarak ortaya çıkıyor. Jeopolitik zaviyeden bakıldığında, Türkiye ve Rusya’nın çıkarlarının kesiştiği birçok alanın varlığından söz edilebilir.

***

Washington yönetimi Türkiye’nin yüzünü Doğu’ya ve İslam Dünyasına dönmesini hiçbir zaman istemedi. Türkiye, bölge ülkeleriyle entegrasyona ne zaman yöneldi ise tehditlerle yüz yüze geldi. Türkiye, tarihsel ve kültürel unsurları ile Avrupa ve Asya arasındaki jeopolitik önemi dolayısıyla hiçbir zaman kendi özgürlüğüne bırakılamayacak bir önemde görüldü. Bu sebeple, 1952 yılında NATO’nun içine hapsedildi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Doğu’ya ve İslam Dünyasına yönelme iradesini birçok defa gösterdi. Tabii bu eğilimi dolayısıyla da ABD ve NATO tarafından planlanan ve Fethullahçı Terör Örgütü kadrolarınca uygulamaya konulan operasyonlara maruz kaldı. Amerika’nın Neocon elitleri “yeryüzü tanrısı” olmaya soyunmuşlardır. Bir başka ifadeyle, ‘’yeryüzü tanrılığı’’na soyunan Firavun’un mantalitesi ne ise, yeni muhafazakâr doktrinin temeli de aynı yere dayanmaktadır. Firavun, hakikat karşısında teslim olan sihirbazlara şöyle demişti: “Ben size izin vermeden önce O'na inandınız öyle mi?... O halde ben de ellerinizi ve ayaklarınızı çapraz olarak keseceğim ve sizi hurma dallarında sallandıracağım.”[4] ABD’li elitler de, Firavun gibi mutlak teslimiyet bekliyor; çizilen sınırların dışına çıkılmasını, kendilerine atfettikleri “yeryüzü tanrılığı”na karşı koşulmuş “şirk” olarak değerlendiriyor ve azaba uğratmakla tehdit ediyorlar. Kısaca ifade etmek gerekirse, “biz izin vermeden kimse bölge veya İslam ülkeleriyle ilişkiye geçemez” demek istiyorlar. Firavun’u Firavun yapan kurmaylarıydı. Küresel çete de Karun, Haman ve Be’lam’ları üzerinden tehditlerini savuruyor.

Bu bağlamda, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı, ABD, AB ve NATO’yla çatışma noktasına getiren olayları şu şekilde sıralayabiliriz:

1-2009’da Davos’taki ‘’One Minute’’ çıkışı.

2-2010’da 10 vatandaşımızın şehid edildiği Mavi Marmara olayı.

3-2010’da Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde İran'a yaptırım öngören yeni paketin oylanmasında, Türkiye’nin ABD yerine İran’ın yanında yer alarak Brezilya ile birlikte ‘’hayır’’ oyu kullanması.

4-Türkiye, Amerika tarafından İran’a uygulanan ambargoları delmiş ve böylece Halk Bankası aracılığında yapılan işlemlerden önemli bir gelir sağlamıştı.

5-2013 Kasım ayında Türkiye, uzun menzilli füze ihalesini Çin firması CPMIEC'ye vermişti. 3 milyar 400 milyon dolarlık anlaşma, Türkiye tarihinin en büyük savunma ihalesiydi ve ABD ile diğer NATO üyesi ülkeleri endişelendirmişti. İhalenin verildiği Çin’in CPMIEC şirketi, ABD tarafından Suriye, İran ve Kuzey Kore’yi ilgilendiren “nükleer silahların yaygınlaştırılması anlaşmalarını” ihlal ettiği gerekçesiyle kara listeye alınmıştı. Takip eden süreçte, ABD'li bir diplomat, anlaşma gerçekleşirse projedeki Türk şirketlere yaptırım geleceği tehdidinde bulunmuştu.

6-Başbakan olduğu dönemde Recep Tayyip Erdoğan bir televizyon programında, “geçenlerde sayın Putin'e bizi Şangay Beşlisi içine alın, biz de AB'ye 'Allahaısmarladık' diyelim” dediğini ifade etmiş ve “İkisi birbirine alternatif mi?” sorusuna, “Şangay Beşlisi daha iyi, çok daha güçlü” yanıtını vermişti.[5] 2013 Kasım ayında St. Petersburg'da Rusya Devlet Başkanı Putin ile biraraya gelen Başbakan Erdoğan, Putin'in AB üyeliğine ilişkin yorumuna “50 yıllık tecrübe kolay değil. Şangay İşbirliği Teşkilatı'na Türkiye'yi alın. Bizi de bu sıkıntıdan kurtarın” sözleriyle cevap vermişti.[6]

Görüldüğü üzere, 2013’e kadar önemli gelişmeler yaşanıyor ve 2013’ün Kasım ayının ayrı bir öneminin olduğu görülüyor. Aslında şunu söylemek istiyoruz: ABD, Erdoğan’ı cezalandırma kararı alıyor ve olayların üstünden bir ay bile geçmeden Fethullahçı Terör Örgütü marifetiyle 17-25 Aralık Operasyonlarına başlayarak seçilmiş hükümeti devirmeye çalışıyor.

7-Bir başka gerilim sebebi ise, ABD’nin Büyük Orta Doğu Projesi (BOP) kapsamında oluşturmak istediği ve Türkiye, Suriye ve İran’ın toprak bütünlüğü tehdit eden Kürt Devleti projesine, Türkiye’nin itiraz etmesi ve ABD’yle PYD/YPG konusundaki restleşmedir.

15 Temmuz Darbe Girişimi engellenmemiş olsaydı, hem Türkiye’yi hem de bölge ülkelerini karanlık günler bekleyecekti. Bertaraf edilen darbe girişimi aynı zamanda dost ve düşmanların açıkça görünürlük kazanması açısından turnusol kağıdı görevi gördü. ABD, AB, NATO’nun,  ilişkide oldukları Türkiye Cumhuriyeti’nin yanında durup desteklemek bir yana, darbe girişimini azmettirdikleri ve darbe girişiminin sıcaklığını koruduğu saatlerde Türkiye’yi tehdit ettiklerini herkes gözlemledi. Darbe girişiminin başladığı dakikalardan itibaren seçilmiş hükümetin yanında yer aldıklarını net olarak ifade eden İran ve Rusya oldu. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, darbe girişiminin yaşandığı gece en çok görüştüğü bakanın İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif olduğunu ifade ederek, Zarif’in, darbe girişiminin ilk anında, henüz hiçbir şey belli değilken, defalarca telefonla temas kurarak Türk devleti ve milletinin yanında olduğunu açıkladığını söyledi.

Bu itibarla, artık Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın eli eskiye nazaran çok daha güçlü. 15 Temmuz’un ardından kurulan ilişkilerde ve ziyaret trafiğinde bunu görebiliyoruz. Türkiye, bölgesel sorunları, bölge ülkeleriyle birlikte çözme yoluna gideceğine dair açıklamalar yapıyor.

Sonuç olarak şunu ifade etmek gerekir: Kısa vadede, Türkiye’nin mahkûm edilmek istendiği AB/D-NATO ekseninden çıkması hayati önem taşıyor. Bu anlamda ara formüller geliştirmenin bir sakıncası yok. Ancak, nihayetinde Rusya’nın da Avrasyacı politika üzerinden maddi hedeflere yöneldiği akılda tutulmalıdır. İslam düşüncesindeki devlet teorisinin, maddi kazanımlar için bir araç değil, Tevhid ve Adaleti ikame etmenin bir yolu olduğunu vurgulamak gerekir. “Kul” olmak çabasını taşıyan her Müslümanın, tavır ve yapıp etmelerindeki amaç: Allah’ın rızasına ulaşabilmektir. Tevhid inancıyla özgürleşmek ve yeryüzünde adaletin tesisini mümkün kılabilmek için tek çıkış yolu: İslami Vahdet’in sağlam kalesine sığınarak, İslam Birliği’ni kurmaktır. Uzun vade de olsa bu ideali yaşatmak gerekir.

Vesselam…

Kaynaklar:
[1] Paul Craig Roberts, Yeni Muhafazakâr Tehdit, Say Yayınları, 2016, s. 17
[2] A.g.e., s. 38
[3] http://www.haberturk.com/dunya/haber/1191061-nato-icin-en-korkunc-senaryo
[4] Tâ-Hâ / 71
[5] http://www.hurriyet.com.tr/sangay-beslisine-alin-abyi-unutalim-22448548
[6] http://www.yenisafak.com/politika/sangaya-alin-abden-kurtarin-585183

Emre Yumrukaya / İslami Analiz

En Önemli Alıntı Haberler Haberler
En Çok Okunan Haberler